13 Ağustos 2025 Çarşamba

KARPUZ

Çok değil daha birkaç gün önce kavga ettim mahalledeki çocuklarla
Yok yok pes eder miyim hiç canlarına okudum valla

Mahallenin en yaramaz çocuklarından biriydim ben. Zerzevatçıların baş belası, çift kale maç yapan abilerin korkulu rüyası, boyumdan büyük bisiklete biner, ağaç gördüm mü tırmanmadan duramazdım. Yaramaz çocuktum. Yaramazdım. Yaşıtlarım yağlı ekmek, salçalı ekmek yerken ben maydanoz ekmek, çarliston biber kemirirdim. Yok benimkisine yemek denmez cidden kemirirdim. Mahallemize camcı açılacağını öğrendiğim gün çok heyecanlanmıştım. Garibim camcı, nereden bilsin onca başına bela olacağımı. Bana gün doğmuştu. Annem her sabah bin tembih yapmamam gerekenleri sıralardı. Ne hikmetse her akşam yapmamam gerekenleri yapmış ve üstüne bin şikayetçiyi kapımıza dayandırmış olurdum. Bence büyükler her şeyi çok abartıyordu ve dedikleriyle yaptıkları birbirini hiç tutmuyordu. Büyümenin kötü bir şey olduğunu daha o zamanlar anlamıştım. Mahallemizden her akşam aynı saatte elinde gitarıyla bir abi geçerdi. Sanırım ona aşık olmuştum. Etrafta onun gibisi yoktu. Herkesten farklıydı. Elinde alış veriş torbası yerine  gitar vardı. Hep aynı saatte geçer, hep aynı hızla yürür ve hep aynı tebessümle bakardı. Ardından baktığım anlar çocukluğumun en uslu anlarındandı. Bisikletim nerede, mahallede maç kurulmuş, gazoz kapaklarım ortalığa saçılmış hiç umurumda olmazdı. Öylece bakardım. Ne zaman o kadar büyüyebileceğimi hesaplamaya çalışır, sonunda işin içinden çıkamaz çareyi gidip yaramazlık yapmakta bulurdum. Top patlatmak, kale yıkmak, zillere basıp kaçmak, kapı önü terlik tekleri saklamak... Yaz bambaşka güzel olurdu. Karpuz severdim. Karpuz sevmeyen mi var be? Hâlâ severim. Karpuzu ve seni.
Sonra biraz biraz büyüdüğümü hissettim. Hiç umurumda olmayan şeyler umurumda olmaya başlayınca... Neler oluyordu? Neden oluyordu? Uğultu gibi sesler ağır kelimeler sarf ediyordu. Anlamını çoğunlukla bilmediğim ama yeterince zor tonlarda söylenen kelimeler. Nesi vardı bu büyüklerin, çözümsüz olan neydi? Karınları ağrıyor olsa geçiyordu nihayetinde. Anneleri kızsa da seviyordu onları. Babalarının cebi hep sürprizlerle doluydu. Yumurtalı ekmek kokusunun unutturamayacağı ne olabilirdi ki? Çilek reçeli vardı hem. Hani şu cennet cennet diye bahsettikleri kesinlikle oydu. Her sabah cennetse ve cennet öyle mutluluk vericiyse nesi vardı bu büyüklerin? Neden mutlu olmuyorlardı? Radyo cızırtısı nasıldır biliyorsunuz değil mi?  Türk sanat müziği ya da Türk halk müziğinin art arda çaldığı radyo kanallarında sıradaki parçayı anons eden abilerin, ablaların  diksiyonları, sesleri  harika olurdu. Kelimeleri öyle güzel söylerler öyle güzel tonlarda konuşurlar, vurguları öyle yerinde yaparlardı ki dedem bile keyfe gelir bir türkü patlatırdı. Sonra düşler kurduran bir müzik başlardı. Ben kırmızı pabuçlarımla ilgili hayaller kurardım ve sanıyorum ki dedem de bana hangi pabucu ne zaman alacağını... Sonra birden bir cızırtı. Hayallerimi bölmek için dedem bana başka pabuç almasın diye radyonun içine saklanan canavarlar düşlerime saldırıyordu. Hem sadece benimkine değil dedeminkine de. "Hay aksi" derdi dedem. Üç kuruşluk zevkimizin içine...Aman dedem derdim hiç sorun değil gider ayarlarım ben. Koştururdum radyonun başına bir o yana bir bu yana çevirirdim düğmesini. "Hay yaşa" derdi. Yeniden keyfe gelirdi. Benim çocuk kalbimde dereler coşar, çiçekler açar, kuşlar cıvıldaşırdı. Yaz rengarenk mutluluklarla kalbimin içini şenlik yerine çevirirdi. Evde kimsenin olmadığı günlerden birinde kocaman karpuzu zar zor mutfak tezgahına taşıyıp kesmeye karar verdim. Bilin bakalım ne oldu? Kestim kesmesine ama sadece karpuzu değil. Sol bileğimde durur hâlâ karpuz kokulu elimden kayan bıçağın izi. O ize her baktığımda (o gün çok korkup çok  ağlasam da) mutlulukla doluyorum. Söylemiştim. Karpuzu seviyorum. Bütün o yaz akşamları, sonbahar telaşları, uzadıkça daha tatlı bir kız çocuğu olduğumu söyledikleri saçlarıma babaannemin papatyalardan ördüğü o harikulade taçlar, yalınayak koşturduğum bahçeler, çiçekli böcekli elbiseler, yarım yamalak bildiğim şarkıları söyleme hevesim hepsi ama hepsi senin gözlerinle ilk buluştuğunda gözlerim tekrar gülümsediler. O yüzden onca kızarmıştı yanaklarım. Çocukluğumdaki gibi al al..
Ben ne zaman büyüdüm?  
İlk kez pabuçlarım ayağımı acıttığında mı?
İlk kez düşüp yaralandığımda mı?
İlk kez en iyi arkadaşımdan ayrılınca mı?
İlk aşkımda mı?
İlk yalanda mı?
İlk ihanetle tanışmamda mı?
İlk kaybettiğim sınavda mı?
İlk kazandığım ödülde mi?
İlk okuduğum romanda mı?
İlk etkilendiğim şiirde mi?
İlk kez sarhoş olduğumda mı?
İlk migren atağımda mı?
İlk öpücükte mi?
İlk kez sana sarılınca mı?
İlk kez oje sürdüğümde mi?
İlk maaşımı alınca mı?
İlk uçağa binince mi?
İlk araba kullanınca mı?
İlk kez sürdüğüm kırmızı rujla mı?
İlk yolculuğumda mı?
Ben ne zaman büyüdüm?
Karpuz gözlerinden ayrılınca mı?

12 Ağustos 2025 Salı

SİNKAFLI SEVGİLİM

Unut o zaman 

Bırakalım da sevmesin kalbin

Umurunda değilse 

Umurumda da  değilsin 

Unut o zaman 

Sen kazandın diyelim 

Ben kaybettimse kaybettim

Hasiktir bile değilsin!

11 Ağustos 2025 Pazartesi

OVERTHİNKİNG "DÜŞÜNÜYORUM O HALDE ÖLÜYORUM"


Elli    derece  güneşin altına  asılmış   ve  günlerce  orada  unutulmuş  rengarenk kıyafetler    nasıl  soluyorsa  öylece  solsun istiyorum   düşüncelerim.  Renklerinin güzelliğini,  kumaşlarının kalitesini  üstelik  konu  komşunun    "ayol    insan günlerce askıda bırakır mı güzelim kıyafetleri " demesini de umursamadan hatta gerekirse duymadan öylece boş boş durmak istiyorum.    Zihnim   arı  kovanı  gibi  sürekli vızıldıyor. Olur olmaz her çiçeğe konup bal  üretmeye çalışmak zorunda değilsin diye sürekli telkin etsem de  yok işe yaramıyor. Dünyanın en büyük çöp yığınının pasifik okyanusunda olduğunu söylüyorlar.  Bana kalırsa dünyanın en büyük çöp yığını  benim  zihnimde   ve   her  an  üzerine yenileri ekleniyor. Çok kırılmış,  çok yorulmuş, çok kandırılmış   ya da  şöyle  diyeyim  çok aldanmış biri olarak  kendi  zihnimin   ipini   çekmeye   karar    verdim.  Hani diyor ya  Yılmaz Erdoğan  "SEVGİLİM YOKSA SEVGİLİM OLMAYABİLİR MİSİN?"   şiirinde   "Sen aşka aşıksın müsaitsin gördüğünü abartmaya"     hah işte ben de aldanmaya meyletmiş ve bunu abartmış olabilir miyim? Olanı, olduranı bir kenara bırakıp yoluma öyle devam etsem olmaz mı?    Biraz sakinleşsem?    Sakin olma şıkkım olduğunu bile yeni fark ettim biliyor musunuz?  Alışmışım pata küte nerede olmaz    var    olur  edebilirim  fikrine  kapılıp  kırk  parçaya  bölünmeyi  meziyet saymaya, olura olmaza nezaketle yanaşıp çok mühim   bir  şey   beceriyormuşum gibi  affetmenin  erdem  olduğu  yalanına  inanmaya...  Günlerim  sanki yeni binalarda çocuk odası,  çalışma odası  adı altında   sergilenen balkon bile olamayacak küçüklükteki allanıp pullanmış  kafes camlı  odalardan birinde  volta atarken, kendini uçsuz bucaksız bir ovada hayal eden  "oldu oldu oldu"  ritüelleri yapan, yeni moda  zihin  kandırıkçılığına  teslim  olmuş  insan   koyvermişliğinde   geçiyor. Çünkü insan bir çöplükte dolaşırken çöp kokusuna o kadar alışıyor ki   dünyanın  her yeri öyle kokuyor ve herkesin manzarası da aynısı sanıyor. Zihnimle bir  savaşa  giriştiğimi düşünebilirsiniz  zira  ben  de  öyle düşünmüyor değilim. Zihnim sürekli kazanıyor. Bir hacı yatmaz gibi ne yapsam deviremiyorum   ne  yapsam durduramıyorum diye düşünürken Rusların meşhur matruşkası geldi aklıma.  Evet bildiniz.  Neden bir matruşka olmuyorum. Özüme kavuşana kadar bütün tabakalarım kırılıp dağılsa da en güçlü, en kırılmaz, en ben halime o zaman kavuşamaz mıyım? Bunu biraz da kendimi kurtarma operasyonu gibi düşünebiliriz. Saldıranı ve savunanı aynı olan bir savaştan nasıl çıkılır, ne kadar yara alınır, sonuç tam olarak başarıya ulaşır mı yani demem o ki bir yanımı öldürünce diğer yanım gerçekten kazanmış sayılır mı? Bilmiyorum. Bunu bir savaşmış gibi ele almak yerine değişim,  dönüşüm   olarak  değerlendirmeye çalıştığım zamanlar da çok oluyor. Bu iyi bir şey doğru yoldasın, eninde sonunda huzura erecek, rahat bir nefes alacaksın diyorum. Kabul etmeliyim ki böyle düşününce daha umut dolu, ulaşılır   bir   hedef   belirlemiş ve ona çok yaklaşmış gibi  hissediyorum. Tam da böyle hissettiğim anda başka bir düşünce ele geçirmeye başlıyor zihnimi. İlk önce  kendini kandırma diye mırıldanıyor. Sonra uçsuz bucaksız çöplüğümde otururken  çığlık atmak, sağa sola küfretmek, saçımı başımı yolmak istiyorum. Nezaketsiz, saldırgan, biçimsiz.    

Elli derece güneşin altına asılmış ve günlerce orada unutulmuş rengarenk kıyafetler      nasıl soluyorsa öylece solsun istiyorum düşüncelerim.